"Bacım, Sen Burada Ne Arıyorsun?" Almanya’da Bir Gün, Ömrümde Bir Dönemeç
- Ipek

- Jul 10
- 5 min read
Updated: Jul 10
Şu an Almanya’da 12. yılımı yaşıyorum.
Hayatımı burada kurdum.
Kendi yolumu çizdim.
Ama bütün yolculukların bir ilk günü olur.
Benimki böyle başlamıştı.
Bochum’dayım. İlk haftam.
Avrupa Birliği Gençlik Projeleri kapsamında bir sosyal kurumda çalışmaya başlamışım. Ama sosyal dediysem öyle gönüllülükle falan sınırlı değil. Kaotik bir ekosistem. İçeride kimler yok ki?
Cezaları sosyal hizmete çevrilmiş suçlular,
Yatacak yer karşılığında çalışan iklim aktivistleri,
Uzakdoğu felsefesini rehber bellemiş ama spritüel müzik kisvesi altında kulağa zulüm eden beyaz adamlar,
Ortamdaki kaostan beslenmeye çalışıp inovatif fikirler peşinde koşan sabahlıkla dolaşan nörd’ler,
Öldükten çok sonra babasının bir SS subayı olduğunu öğrenip gidip mezarına işeyen öfkeli, yalnız, yorgun bir adam,
İki çılgın Siciliyalı delikanlı,
Taze liseden çıkmış, bu akıl hastanesini gördükten sonra burada başlattığı stajın bir hata olduğunu anlayınca Siciliyalıların yatağında teselli arayan Alman genç kız,
Ve... weed kokusundan başka bir şey yaymayan, sabunla çoktan vedalaşmış, her 30 saniyede bir kikirdemekten başka tepki vermeyen kızıl saçlı çiçek çocuk,
Beni her gördüğünde o gün randevum olup olmadığını soran Morokolu aşçı,
Burada bir işin ucundan tutarak hayata karışmaya çalışanlar.
Yatakhaneleri de olan koca bir tesis. Bazılarımızın hem evi hem iş yeri, bazılarımızın ise gündüz bakım evi.
Bir tür sosyal laboratuvar.
Bu kadar karmaşanın içinde herkes bir şey arıyor.
Ben de.
Derken biri var.
Duru. Temiz. Sessiz. Gözlerinin içi konuşuyor.
Fazla bir şey anlatmasına gerek kalmadan bana iyi gelen biri.
O ortamda ilk defa biriyle yan yana durmak kolay geliyor.
Bir gün iş çıkışı "Kahve içelim mi şehirde?" diyor.
(Şehir dediğim de öyle elini kolunu sallayarak inilen bir yer değil bu arada. Mekanımız uzunca on dakikalık tepe tırmanışının sonunda, dağ olmasa da orman içinde bir tepe ba.)
İniyoruz.
Sıcakta kahve içiyoruz.
Sohbet ediyoruz.
Sonra o gidiyor.
Ben kalıyorum.
Aynı şehirde ama bu kez yalnızım.
Biraz yürürüm, sonra tramvaya biner dönerim, diyorum.
Yollar tanıdık geliyor.
Bir kere arabayla geçmişliğim var.
Bir de bir kere tramvayla.
Cesaretim yerinde.
Hava güzel.
Yürümek iyidir, insanı hafifletir.
Şehri tanırım. Belki kendimi de biraz.
İlk başlarda güzeldi.
Sokaklar sıcak, tabelalar dost canlısı.
Fotoğrafını çekmediğim her şey hafızama yerleşmek istiyordu sanki.
Ama sonra…
Sokaklar uzadı.
Yollar kıvrıldı.
Tanıdık gelen şeyler tanıdıklığını kaybetti.
Gözüm tabelalarda ama hiçbirine güvenemiyorum artık.
Aradığım neydi, nereye dönecektim, hangi sapağı kaçırdım, bilmiyorum.
— Neredeyim ben?
— Bilmiyorum.
— Hadi biraz daha yürü şu tarafa doğru. Bak bu yön bana sıcak geliyor.
— Hadi sıcak–soğuk oynayalım seninle.
— Soğuk.
— Bu kadar acımasız olma. Bu yolu sanki gördüm daha evvel.
— Soğuk.
— Uyuz.
— Soğuk.
— Ya buna ne dersin? Dahlhausen sapağı!
— İşte! Bulduk işte!
— Bu kadar basit. İçimdeki flanöre iyi akşamlar.
Sapağı dönüyorum.
Yol kıvrılıyor.
Kaldırım daralıyor.
Bir yerden sonra kaldırım da bitti.
Yanımdan geçen arabalar artık yanımdan değil, çok yakınımdan geçiyor.
Biri selektör yakıyor.
Biri kafasını camdan çıkarıp bakıyor.
Yürüyüşümü seksi bulan şoförler sanıyorum.
Halbuki adam beni ezmemeye çalışıyor.
Jeton biraz geç düşüyor.
Ama düşünce tam düşüyor.
Ben, bayağı bayağı, bir otoyolun ortasındayım.
Evet.
Yaya olarak girilmemesi gereken, sarı tabelalarla açıkça uyarılmış, arabaların bilmem kaç km hızla geçtiği bir otoyolun ortasındayım.
Yol kıvrıldıkça küçülüyorum.
Kendimi hem gülünç hem çaresiz hissediyorum.
Ve işte... yol bitiyor.
Kendimi küçük, sessiz bir meydanda buluyorum.
Meydanda sadece bir otobüs durağı, hayalet gibi bir süpermarket ve durağın bankına oturmuş çok yaşlı bir Alman dede.
Etrafta kimse yok.
Hava hareket etmiyor.
Sanki dünya durdu.
(Sonraları bunun Alman kırsalının tanımı olduğunu anlayacağım.)
Nerede olduğumu bilmiyorum.
Ancak hiç değilse otoyol ortasında değilim.
Adamın yanına yaklaşıyorum.
"İngilizce biliyor musunuz?"
Cevap yok.
Ama gözleriyle ve elleriyle konuşuyor dedem.
"Bekle," diyor bana.
Parmağıyla yolu gösteriyor.
Otobüsü işaret ediyor.
Bir iki dakika sonra otobüs geliyor.
Kapı açılıyor.
Şoför bana doğru dönüyor.
Kusursuz bir esmerlik.
Simsiyah, bakımlı saçlar.
O an içimden geçeni dilim yakalıyor:
"Türk müsün abi?"
Adam cevap vermiyor.
Yalnızca yüzüme dönüp hiç bozulmadan şöyle diyor:
"Bacım, sen burada ne arıyorsun?"
Otobüse biniyorum.
Kendimi ön koltuğa atıyorum.
İç sesim konuşuyor.
Bugünkü iç sesim:
"İlginç... O gün o adamın 'Ben Türk değilim, Kürdüm ama Türkçe konuşuyorum' dememiş olmasına şaşırıyorum şimdi."
Yeni bir tramvay durağındayım artık.
Gelecek olan tramvaya bineceğim, son durakta ineceğim.
Ama saat iyice ilerlemiş.
O anda hatırlıyorum:
Bilet elimde ama o bilet benim değil.
İş arkadaşım Sylvia’nın aylık bileti.
Onunkiyle şehirde sadece bir iki saat geçirip geri dönecektim.
Söz vermiştim.
Zaten geç saatlere kadar çalışacağı için biletini bana bırakmıştı.
Ama öyle geciktirdi ki beni saatler, o saatte çalışıyor olamaz.
Dönüş zamanı geldi.
Ve ben...
Telefonumu açmaya çalışıyorum: Şarj yok.
Panik büyüyor.
Sylvia başka bir şehirden trenle gidip geliyor.
Son tren kaçarsa eve dönemeyecek.
Beni arıyor olmalı.
Ben ulaşamıyorum.
Ve elimde onun bileti var.
Kafamı kaldırıyorum, istasyonun karşısında bir telefon kulübesi.
Koşuyorum.
Kartımı takıyorum, çalışmıyor.
Yok. Olmuyor.
Bu da yetmezmiş gibi...
Çok sıkıştım. Tuvalete de girmem lazım.
Bir şeyler yapmam gerekiyor ama düşünemiyorum.
Böyle anlarda zihin tam da bu:
Ne yapacağını bilir, ama yapmaz.
Tam o sırada...
Gözüm karşıya takılıyor.
İlk başta bir leke gibi.
Sonra bir şekil.
Sallana sallana, umarsızca yürüyen biri.
Yaklaştıkça tanıyorum.
Sabunla vedalaşmış kızıl saçlı çiçek çocuk.
Evet, o.
Weed bulutu gibi bir anda karşı kaldırımda beliriyor.
Her 30 saniyede bir kikirdemeye devam ediyor.
Kokusunu umursamıyorum o an, bu durumda kim kimden kaçabilir?
Saniyelik bir kararla sesleniyorum:
"Hey! Heeeey! Buradayım!"
Beni görüyor.
Gülümsüyor.
Refleks olarak kikirdiyor.
Yanıma geliyor.
Telefonunda arama yapacak kredisi yok.
Ama sonra aklıma geliyor:
"Senin telefonuna kendi SIM kartımı taksak?"
Olur diyor.
Oluyor.
İşyeri aranıyor.
Bilet konusu açıklanıyor.
Ben biraz daha rahatlıyorum.
Ve o...
Yine kikirdiyor.
Sonra hiçbir şey olmamış gibi yürüyüp gidiyor.
Tramvaydan indiğimde, Sylvia’yı köpeğiyle birlikte durakta görüyorum.
Sinirli.
Telaşlı.
Göz göze geliyoruz.
İlk sözü:
"Hemen biletimi ver bana!"
O an elim ayağıma dolanıyor.
"Her şey yolunda mı?" diye sormasını bekleyecek kadar naifim hala.
Tabii ki o soru gelmiyor.
Sadece beklenti var.
Zaman az.
Yüzüme dikilmiş iki göz.
Çantama dalıyorum.
Birinci arayış, yok.
İkinci, yok.
Üç... dört...
Beşinci dalış.
Hala yok.
"Trenim gelmek üzere!" diyor Sylvia.
Sesi yükseliyor.
Benim kalp ritmim de öyle.
Yolun ortasına çöküyorum, çantanın içindekileri olduğu gibi yere boşaltıyorum.
Gözlük kabı, kitap, bozuk para, bir meyve, bir reçete, bir not defteri...
Bilet yok.
O an, aklıma gelen tek çözüm:
Cebimdeki bütün parayı çıkarıp avucuna koyuyorum.
"Tren biletini buradan al," diyorum.
O an bir karar veriyor.
Hiçbir şey söylemeden koşmaya başlıyor.
Arkasından köpeği.
Arkasından çantası.
Arkasından benim yıkık sinir sistemim.
Bir sessizlik çöküyor durak çevresine.
Ben hala yolun ortasındayım.
Eşyalarımı tek tek toplarken...
Elime bir şey geliyor.
Bilet.
Şaka değil.
İnanılmaz ama gerçek.
Tüm çantayı ters yüz ettikten sonra,
sanki yer yarılmış da içine girmiş gibi saklanmış.
Hiç düşünmeden fırlatıyorum kendimi istasyona doğru.
Ciğerim yanıyor koşarken.
Güya temiz hava bana iyi gelecekti.
Ama şimdi ciğerim de ben de tükenmiş durumdayız.
Perona vardığımda tren hareket ediyor.
Camdan iki kafa bana bakıyor: Sylvia ve köpeği.
"Biletimi geri ver!" diye bağırıyor Sylvia.
O kadar yüksek bağırıyor ki, sesi kırsal kasaba meydanının gün batımında asılı kalıyor.
Ve ben, kucağımda biletle, hareket eden trenin ardından sadece bakakalıyorum.
Geri dönüp eşyalarımı tekrar topluyorum.
Yere saçılan her şeyi tek tek, usulca çantama geri koyuyorum.
Kimse acele ettirmiyor artık.
Tren gitti, gece indi, kasaba sessiz.
Enstitüye doğru yürümeye başlıyorum.
Yokuş yukarı.
Ormanın kenarından geçiyorum.
Gölge uzuyor.
Adımlarım kısalıyor.
Omzumda çanta, içimde yorgunluk, zihnimde günün kalıntıları.
Yorulmuşum.
Fiziksel değil sadece.
Bedenimle birlikte zihnim de düşmüş yere.
Bir gün bu günü böyle anlatabileceğime inanmamıştım.
Enstitüye vardığımda etrafta kimse yok.
Bir tek yüz bile dönüp bakmıyor.
Bir tek "nerede kaldın?" sorusu gelmiyor.
Oysa içimden geçiyor:
Sadece biri "iyi misin?" dese…
Eşyalarımı odama bıraktıktan sonra bahçeye çıkıyorum.
Orada, SS subayının oğlu var.
Bankta oturuyor.
Yanına oturuyorum sessizce.
Olan biteni baştan sona anlatacak gücüm yok.
Sadece bir özet geçiyorum, sesi titreyen bir özet.
O da fazla uzatmadan, sadece bir cümle kuruyor:
"Yarın daha güzel bir gün olacak."
O gün kaybolduğum yeri hala tam bilmiyorum.
Ama artık oraya kaybolmadan gidebilirim.




Comments