Karamsarlık ve Umut Arasında: 62. Uluslararası Altın Portakal Film Festivali
- Ipek

- Nov 4
- 4 min read

İyi bir kültür sanat tüketicisi olmak, belki de modern çağın en ayrıcalıklı statülerinden biri. Üreticilerin çoğu, zorlu koşullar ve bitmek bilmeyen ekonomik sıkıntılarla mücadele ederken, bir yandan da yetkinlik, varoluş ve hegemonya sarmalında üretmeye devam ediyor. Onların bu çabasının karşısında biz, yani tüketiciler, zaman ve mekandan bağımsız bir kurmaca dünyanın kapılarını aralıyoruz. Sanat bize yalnızca hayal gücünün sınırsızlığında kanatlanma ya da umut tazeleme imkanı sunmuyor; aynı zamanda soru sorma, sorgulama ve yeniden düşünme cesareti de veriyor. Bu yüzden sanatla kurduğumuz her temas, düşünsel dünyamıza yeni katmanlar ekleyerek bizi derinleştiriyor; bazen uyumun, bazen de bilinçli bir uyumsuzluğun, hatta yalnızlığın eşiğine taşıyor.
Bu yıl yine enfes filmler izleme şansı bulduğum Uluslararası Altın Portakal Film Festivali’nde de bu düşünceler zihnimde dönüp duruyor. Filmlerde genel bir karamsarlık hissi dolaşıyor; dünyanın, insanın ve ülkenin ağırlığı perdeye siniyor. Filistin temalı yapımlar bu duyguyu daha da yoğunlaştırıyor. Ama yine de sinemanın o kurmaca evreninde umut hep bir yer buluyor kendine. Duygularımıza bir vitrin, varoluşumuza bir yankı ararken; karamsarlığın içinde bile umuda, dayanışmaya, yeniden inanma ihtimaline ne yapıp edip bir yol bulup kapı aralıyor sinema.
Bu yılki ödül töreninde ise önceki yıllara göre muhalif seslerin azaldığı göze çarpıyor. Salon sessiz değil, söylenen her şey bir şekilde karşılığını buluyor. Kaldı ki sinema emekçileri hala üretiyor, direniyor, vazgeçmiyor. Yine de aynı dertleri konuşmaktan, aynı acılara değinmekten yorulmuş gibiler.
O akşam, en çok “vazgeç(e)meyenlerin yorgunluğu”nu hissediyorum.
Festival Perdesinden - Tam Ölecek İken Nasıl Göz Yaşlarına Boğuldum

A Sad and Beautiful World (Hüzünlü ve Güzel Dünya, 2025, Cyril Aris) hüznün ve dinmeyen umudun iç içe geçtiği bir hikaye. Siyasi ve ekonomik karmaşanın, savaşın ve güç dengelerinin gölgesinde, hayata sevgiyle tutunmaya çalışan Lübnanlı karakterlerin dünyasına açılıyor perdeler. Film boyunca kötülük bireysel bir vicdansızlıktan değil; tam tersine, bu çarpık düzenin, politik hesapların ve iktidar oyunlarının doğurduğu bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor. O dünyanın karanlığını seyrederken içimde hep aynı duygu büyüyor: umut, bazen bir ferahlık değil, böğrümüzde oturan bir ağırlık gibi varlığını sürdürüyor. Salondan çıkarken bu diyalektiğin yankısı kalıyor içimde. Güzelliğin, hüznün ve direncin birbirine karıştığı bir dünya hissiyle.

Ulusal Kısa Film Yarışması’nın ardından yapılan söyleşide, Kudret (2024, Mehmet Oğuz Yıldırım) filminin yönetmenine kısa filmlerdeki ortak karamsarlığın memleketin halinden kaynaklanıp kaynaklanmadığı soruluyor. “Evet,” diyor, “memleketin hali üzerimize sirayet etmiş olabilir.” Ardından filmi hangi fedakarlıklarla çektiğini, Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan aldıkları fonun yetmediğini, borçlandığını ve taksitleri hala ödediğini söylüyor. O an vücudum, kanıma karışan bir doz karamsarlığı vazgeçmişlikle gelen tuhaf bir hafifliğe bırakıyor; hafifliyorum. Ve yönetmen son sözü söylüyor:“Bugün olsa, borçlanacağımı bile bile yine çekerdim filmi. Vazgeçmezdim.
”Ne yaptın be Mehmet Hocam! Oturttun yine umudu böğrümüze.

Gerçek bir olaydan uyarlanan Hind Rajab’ın Sesi (2025, Kaouther Ben Hania), Gazze’de beş yaşında yarım kalan bir hayatın, Hind’in sesinin etrafında şekilleniyor. Arabada sıkışmış halde yaptığı o son telefon konuşması yalnızca bir yardım çığlığı değil; bir halkın varoluş mücadelesinin yankısı. Film, görüntüden çok sesin taşıdığı ağırlığa yaslanıyor ve seyirciyi rahatsız edici bir gerçeklikle yüzleştiriyor: masumiyetin sesiyle dünyanın suskunluğu arasındaki derin uçurumla. Kötülüğün gücüne inanmış hafifleyen bedenimi bırakıyorum karamsarlığın kollarına; salondan bu canavarın iki kolu üzerinde sere serpile ayrılıyorum.

Bir sonraki salondayım. O da nesi! Olumsuzluklara, engellere, zorbalığa rağmen yaratıcılığı, zekayı ve mizahı bir direniş biçimine dönüştürmüş bir belgeselin içinde buluyorum kendimi. Ferhangi Bir Yaşam (2025, yönetmen Selçuk Metin), inadı, inancı, çalışkanlığı ve kararlılığı yaşam boyu bir üretkenliğe çeviren bir sanatçının izini sürüyor. Umuda gücüm neredeyse tükenmişken, film Ferhan Şensoy’un Ses Tiyatrosu’nda düzenlenen törende söylediği cümleyle bitiyor:“Az evvel kızım çok güzel şeyler söyledi. Ben artık biliyorum ki Ses Tiyatrosu ben öldükten sonra AVM olmayacak!”O an, Ferhan Şensoy'un ardından hala tüm ihtişamıyla ayakta duran Ses Tiyatrosu’nu düşünüyorum. Karamsarlığın kollarından can havliyle sıyrılıyorum; böğrüme oturan umudu sıkı sıkı sarıyorum, gözyaşları içinde.
Parlayıp Sönen Bir "Uluslararası"
Ulusal Uzun Metraj’da Seyfettin Tokmak’ın Tavşan İmparatorluğu (2024) ödülleri toplarken, Uluslararası En İyi Uzun Metraj Ödülü Simón Mesa Soto'nun Poet (2025) filmine gidiyor. Fakat uluslararası kategoride verilen ödüllerin çoğuna aynı manzara eşlik ediyor. Jüri üyeleri ve yönetmenlerin konuşmaları doğru biçimde Türkçeye çevrilemiyor. Çeviri metinleri elinde olan, görevi gereği İngilizceyi iyi bilmesi beklenen üst düzey bir belediye bürokratı, önceden hazırlanmış satırların dışına çıkamıyor, konuşmacıları anlayamıyor; hikaye anlatıcılığının gücünden, dirençten, “hayır” diyebilme cesaretinden söz eden cümleleri kuru bir nezaket ifadesine indiriyor: “Burada olmaktan mutlu olduklarını ifade ediyorlar.” O anda içimden Almanca bir utanç geçiyor. Fremdschämen. Başkası adına utanmak. Üstelik konuşmacıların da sözlerinin yanlış çevrildiğini fark ettikleri yüzlerinden okunuyor. “Uluslararası” kelimesi bir tabela süsü mü, diye düşünüyorum.
Çevirilmeyen şey yalnızca sözler değil; birbirimize değebilme, birbirimizi gerçekten duyabilme ihtimali, ki bu aslında sahneye çıkan sunucuların omzundaki en temel sorumluluk.
Berlin Film Festivali’nin efsanevi sunucusu Anke Engelke geliyor aklıma. Komedyen, oyuncu, sunucu... Yıllarca Berlinale’yi tek başına, iki dilde sundu. Sahneye çıktığında hem kelimelere hem kalabalığa hakimdi.
Sonra düşlüyorum: Haluk Bilginer’i o sahnede. Tüm sahne ve dil hakimiyetiyle. Olmaz mı? Parıltılı taşlarla bezeli bir tuvalet içinde eski bir Miss Turkey mi sunmak zorunda mutlaka?
Onurlu, insanca ve özgürce yaşam hakkından daha değerli ne olabilir?
Fremdschämen’den ölecekken, gecenin benim için en dokunaklı konuşmasını yapmak üzere En İyi Erkek Oyuncu Ödülünü alan Yetkin Dikinciler çıkıyor sahneye. Tüm ışığıyla, tüm sakinliğiyle... Ekibine teşekkürlerini ilettikten sonra, “Şimdi biraz kutsal bir şeylerden bahsedeceğim,” dedi ve şöyle devam etti:
“Yaptığımız iş kutsal olmayabilir belki ama zaten yapılan işlerin kutsallığını, değerini kendi başına o mesleğin adı söylemez diye düşünüyorum. Nasıl ve ne için yapıldığı önemlidir. Basit bir örnek olacak belki ama evde eşime ve kızıma, ‘Oyuna gidiyorum, turneye gidiyorum, bu sefer yine yokum,’ diyorum. ‘Senin ödevinden vazgeçiyorum, sana sarılarak uyumaktan vazgeçiyorum,’ diyorum. Basit, ama daha değerli şeyler var hayatta. Şu hayatta acaba onurlu, insanca ve özgürce yaşam hakkından daha değerli ne olabilir? Ve bunun için vazgeçenlere, feda edenlere teşekkür ve selamlarımla.”
Yaptığınız iş kutsal, Yetkin Dikinciler. İnsanın hayatta yalnız olmadığını, anlaşıldığını bilmesine; umut etmeye devam etmesine sanat üreticileri ve icracıları olarak yaptığınız katkı büyük. O son cümleniz, benim varoluşumun sınırlarını belirleyen değerlere dokunuyor; o değerlerin yüceltilmesi umudu böğrüme nişanlıyor. Onurlu ve insanca yaşamak için vazgeçmeye, feda etmeye, mücadele etmeye devam edeceğim. Pek çokları bu değerleri korumak için kalıpların dışında yaşadığım hayatı anlamlandıramasa da… Biliyorum ki yalnız değilim.



Comments